içinde

Ziya Paşa Şiir ve İnşa Makalesi

Ziya Paşa Şiir ve İnşa Makalesi – Orijinal Metin

Çünkü mahsûl-u tahsîl bizim memâlike göre yalnız şi’ir ve inşâ cihetindedir, bir nebze bahsedilmek fâ’ideden hâli değildir.

Şi’irin ta’rîf-i ‘umûmisi kelâm-ı mevzûndur; ya’ni iki satr sözün her birindeki sükûn ve harekâtın musâvi olmasından ‘ibâretdir . Hatta kâfiye-i usûlu milel-i müte’ahhire beyninde ‘âdet olmuşdur , eski Yunaniler yalnız vezine ri’âyetle kâfiye iltizâm itmezlerdi .

Şi’ir , her kavimde tabi’ îdir , rû-yı ‘arzda ne kadar milel u akvâm gelmiş ise , cümlesinin kendine mahsûs şi’irleri var idi .

‘Osmânlıların şi’iri ‘acabâ nedir? Necâti ve Bâki ve Nef’î divânlarında gördüğümüz bahr-ı remel ve hezecden mahbûn ve muhabbes-i kasâ’id ve gazeliyyât ve kıta’ât ve mesneviyyât mıdır? Yoksa hâce ‘Itrî gibi musîki-şinâsânın rabt-ı makâmât ile ( diğerleri) Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır .

Hayır ! Bunların hiçbiri ‘Osmânlı şi’iri değildir , zirâ görülür ki bu nazımlarda ‘Osmânlı şâ’irleri şu’arâ-yı İran’a ve İranlılar da ‘Arablara taklîd ile melez bir şey yapmışlardır ve bu taklîd yalnız üslûb-ı nazımda değil.

Belki efkâr u ma’ âniye bile sirâyet iderek bizim şu’arâ-yı eslâf-ı edâ-yı nazm u ifâdede ve hayâlât u ma’ânide ‘Arab u ‘Aceme mümkün mertebe taklîde sa’y itmeği ma’ârifden ‘add itmişlerdir , ve ‘acabâ bizim mensûb olduğumuz milletin bir lisânı ve şi’iri var mıdır ve bunu ıslâh kâbil midir . Aslâ burasını mülâhaza itmemişlerdir .

İnşâ yolundada hâl tamamıyla böyle olmuşdur . Münşe’ât-ı Feridun ve âsâr-ı Veysi ve Nergisi ve sâ’ir münşe’ât-ı mu’tebere ele alınsa içlerinde içde bir Türkce kelime bulunmaz ve bir maslahat ifâde iderken bedî’ u beyân fenleri karışdırılarak ibrâz-ı belâgat içün öyle müşevveş ve mütetâbi’ül- izâfât ‘ibâreler yazmışlardır ki kâmûs ve ferheng berâber olmadıkça ve bir adam fenn-i ma’âni ve âdâb-ı ‘Arab’da kemâl-i mehâreti oldukdan sonra ‘âdetâ bir ders mutâle’a ider gibi birçok zamanlar sarf-ı zihn itmedikçe ma’nâsını istihrâca muktedir olamaz !

Hâlâ Bâb-ı ‘Âlî ve devâ’irden yazılan muharrerât –ı resmiye eğerçe eski zamânlarda gelen erbâb-ı ma’ârif iktidârında kâtibler olmadığından evvelki münşe’ât derecesinde mu’kaid değilse de , bunlarda o babanın veled-i zinâsı ( yani kısaca “piç” ) olduklarından yine seci’ ve rabt-ı ma’nâsı mevhûm ve meşkûk ‘ibârât ile memlûdur .

Eski inşâlarda lügât-ı garibe ve ‘ibârât-ı muhayyele var idise de bârî zımnında iyi kötü bir ma’na dahî çıkardı . Şimdi ise asır nâzikleşmiş ve efkâr ve politika incelmiş olduğundan ba’zı fermânlar ve mrktûb-u Sâmiler ve takrîrlerde öyle ‘ibâreler görülüyor ki lügatlar herkesin bildiği şeyler iken ma’nâ-yı sahîhî ne olduğu anlaşılmak garibi şurası ki böyle anlaşılmayacak ‘ibâre yazabilmek hüsn-ü kitâbetden add olunuyor !

Meselâ mufassal bir mektûb-ı sadâret-penâhı ki üç yüz satır sözdür , bu yolda melekesi olan el-ma’rûf bir zâtın eline verilsin , okutulsun , hitâmında şu okuduğunuz maddeyi lisânen takrîr idiniz denilsin o vakit kitâbetimiz ne kitâbet , kitâbımız ne kitâbdır , meydana çıkar .

Vâkı’â şi’ir ve inşânın bu hâle girmesi bu ‘asrın yapması değildir . ‘Acemler kabûl-i İslâmiyyetden sonra ‘ulûm-ı şer’iyyeyi tahsîl içün lisân-ı ‘Ârab’ın tahsîline düşdükleri sırada kendi lisânlarının şi’ir ve inşâsını dahi ona taklîd itdikleri gibi bizde bidâyet-i te’essüs-i Devlet-i ‘Aliye’de İran ‘ulemâsını celbe muhtâc olduğumuzdan onların terbîyesi üzere kendi lisânımızı bırakub , ‘Acem şivesine taklîd hatâsına düşmüşüzdür ki ‘ulemâ-yı rumun bu husûsda itdikleri ihmâl ve kusûr ‘afv olunamaz bir hatâdır ! Zirâ benî Âdem arasında medâr-ı te’âti-i efkâr , lisândır .

Bir milletin lisânı kavâ’id-i mazbûta altında olmayıbda her eline kalem alan kimsenin keyfine mütâba’at ider ve hâl-i tabî’sinden çıkarsa o millet beyninde vâsıta-i mu’âmelât bozulmuş dimek olur .

Ta’accübe şâyân değil midir ki , bizde yazı bilmek başka , kâtib olmak yine başkadır . Hâlbuki sâ’ir yerlerde yazı ve imlâ bilen kâtib olur . Vâkı’â her lisânda edib olmak hayli ma’lûmâta tevakkuf iderse de ‘âdetâ murâdını kâğıd üzerinde ifâde itmek içün yazı yazmak kifâyet eyler .

Bizde ise yazı öğrendikden mâ’adâ birçok şeyler daha bilmek lâzım gelir :

Evvelâ Türkce imlâ bilinmelidir , hâlbuki en güç şey budur . Zirâ vaktiyle Türkce’ye mahsûs lügat kitâbı yapılmamış ve ‘Osmânlılar milel-i sâ’ireyi dâ’ire-yi hükûmetlerine aldıkça her birinde gördükleri yeni şeylerin isimlerini o milletin lisânından alıp az çok bozarak kullanmış ve her kâtib bir lügat sükûn ve harekâtının zihnince uyan bir şeklini yazıp sâ’irleri dahi diğer sûretde zabt itmiş olduklarından imlâ öğrenecek kimse evvel emirde bunların hangisine tâbi’ olacağında mütehayyir olur .

Hele yigirmi( yirmi ) seneden beri Bâb-ı ‘Ali’de teferrüd iden me’mûrların her biri bir canlı lügat olmak hevesine düşerek kimisi “ yâ “ ile “bîldîrîr “ ve kimi “ yâ “ sız “bidirir “
yazmaya başlayalı küçük kâtibler ne yapacaklarını şaşırdılar .

Sâniyen ‘Arabî ve Farisî imlâ bilmek lâzımdır . Bu iki lisânın imlâsını bilmek kavâ’idini bilmeğe mevkûf olduğundan az çok sarf u nahvi görmeyince doğru bir terkîb yazmak kâbil olamaz .

Sâlisen bunlardan sonra aklâm-ı devletden birinde birkaç seneler istihdâm olunmak ister , böyle olmadıkça ( idiğüne ) yi ( olduğuna ) ya rabt etmenin yolu bilinemez . Ve bu nükte-i kemân-keş sırrı gibi kâtiblerin ders-i âhiri olduğundan her ne zamân bu melekeyi hâsıl iderse Bâb-ı ‘Âli’nin kullandığı kâtibler sırasına geçer , gûyâ bir yazı makinesi olur .

Lâkin bu kadar zahmetlerle şu melekeyi ele getirmiş olan zât ashâb-ı karîha ve kabiliyetden ise bu tahsîline mütelezziz olacak yerde müte’essif olmalıdır . Çünkü me’lûf olduğu revâbıt-ı terkîbât kendini bir dâ’ire-i mahdûde içine sokmuşdur ki zihnine tebâdür iden me’âniden yalnız melekesine uyabilenleri yazıp sâ’irleri ki gâyet nâzik ve gayr-ı me’nûs-ı dakâyıkdır . Terk ü fedaya mecbûr ve mademki bu zencir içinde bağlıdır , emsâli râddesinden ileri gitmekden mahrûm ve ma’zûr olur . Bu sebeble gerek şi’irimiz ve gerek kitâbımız ne derece geri kalmışdır !…

O yere geçecek usûl-ı kalem seyyi’âtındandır ki te’lîflerde , matbû’âtda âsâr-ı ma’rifetlerini ibrâz ile edebiyâtda bir inkilâb-ı ‘azim-i husûlune sebeb olan zevâtın ekseri ( olmagla , ecelden , hasebiyle mebnî , dolayı , der-kâr , âşikâr , ) dâ’ire-i fâsidesinde inhisâra tenezzül idemedikleriçün kalemlerinde lâyıkıyla müstahdem değillerdi . ‘Âli gibi müşfik gibi birçok girân-kıymet-i cevâhir-i fetânet kadirlerine lâyık olan ri’âyeti görmeyerek kimi cünûn getirdi , kimi ‘işretle telef-i nefs itdi .

Vah bize ! Yazık bize !

Bu hâle göre bizim milletde tabî’i hâl üzere ne şi’ir ve ne de inşâ var dimek olur !

Hayır , bizim tabî’i olan şi’ir ve inşâmız taşra halkı ile İstanbul ahâlisinin ‘avâmı beyninde hâlâ durmakdadır , bizim şi’irimiz hâni şâirlerin nâ-mevzûn diye beğenmedikleri ‘avâm şarkıları ve taşrada ve çoğur şâ’irleri arasında ( deyiş ) ve ( üçleme ) ve ( kayabaşı ) ta’bîr olunan nazımlardır . Ve bizim tabî ‘i inşâmız mütercim-i kâmûs’un ittihâz itdiği şive-i kitâbetdir .

Vâkı’â bu nazım ve bu kitâbet-i matlûb olan derecede beliğ ve tumturaklı görünmez ise de ümmet-i ‘Osmâniyye ilerlediği sırada bunlara rağbet idilmediğinden , oldukları hâlde kalmışlar , büyüyememişlerdir hele bir kere rağbet o cihete dönsün , az vakit içinde ne şâ’irler ne kâtibler yetişir ki ‘akıllara hayret verir .

Ve’l-hâsıl şi’ir-i tabî’i odur ki şâ’ir cüz’î bir mülâhaza üzerine kalemi eline alıp irticâlen kırk elli beyit nazm idebilmeli, kitâbet-i milliye odur ki eli kalem dutan , zihnindeki murâdını iyi kötü kâğıd üstüne koymalı .

Şimdiki şi’ir ve inşâda ise tertîb-i ma’âni ile beraber bir de teşkîl ve terkîb-i elfâz derdi zihni işgâl itmekle ne şi’irde , ne de nesirde usûl-u irticâl mümkündür .

Her milletin şâ’irleri hattâ bizim çoğur şâ’irlerimiz bedâheten birçok şi’irler söylerler biz ise beş beyit bir gazeli tokuz ayda doğurur gibi söyleriz . Sâ’ir milletlerde küberâ ve hattâ musannif bi’z-zât eline kalem alıp mektûb ve te’lifât yazmazlar . Belki yanlarındaki kâtiblerine ağızdan söylerler , onlar da yazarlar . Nitekim bizde dahi köy ağâları imâmlara söyleyip yazdırırlar . Bu sebebden gerek muhâberât ve gerek te’lifât onlarda sür’atli ve sühûletli olur . Ammâ biz , bir mektûb yazdığımızda bir iki kere tesvîd ve tebyîz itmedikce istediğimiz gibi olamadığından hem muhâberelerimiz de te’enni ve batâ’et ve hem de ifâdelerimizde noksân ve rekâket bulunur .

Bu fenâlığı def’ içün tabî’ata ittibâ’ itmeli .

Ziya Paşa Şiir ve İnşa Makalesi – Günümüz Türkçesi 

Şiirin genel tanımı “vezinli söz”dür… Şiir her kavimde tabiidir. Yer yüzüne ne kadar millet ve kavim gelmişse, hepsinin kendilerine mahsus şiirleri vardır.

Osmanlıların şiiri acaba nedir? Necati ve Baki ve Nef’i divanlarında gördüğümüz kasideler ve gazeller ve kıtalar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve Itri gibi musikicilerin besteledikleri Nedim ve Vasıf şarkıları mıdır? Hayır, bunların hiçbiri Osmanlı şiiri değildir. Çünkü görülür ki, bu nazımlarda Osmanlı şairleri İran şairlerini ve İranlılar da Arapları taklit ile melez bir şey yapılmıştır. Acaba bizim bağlı olduğumuz milletin bir dili ve şiiri var mıdır? Hiç burasını düşünmemişlerdir.

Nesir yolunda da hal bütünüyle böyle olmuştur. Ferudun’un Münşeat’ı, Veysi ve Nergisi‘nin eserleri ve başka beğenilmiş nesirler ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz. Şiir ve nesrin bu hale girmesi bu devrin yapması değildir.

Acemler İslamiyeti kabulden sonra şeriat ilmini öğrenmek için Arap dilini öğrenmeye düştükleri sırada kendi dillerinin şiir ve nesrinde dahi onu taklit ettikleri gibi, biz de Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ilk zamanlarında İran bilginlerini getirmeye muhtaç olduğumuzdan, onların eğitimi üzere kendi dilimizi bırakıp Acem şivesini taklit yanlışlığına düşmüşüzdür ki, Osmanlı ülkesi bilginlerinin bu konudaki savsaklama ve kusuru bağışlanmaz bir yanlıştır.

Çünkü insanoğlu arasında düşünce alışverişinin vasıtası dildir. Bir milletin dili yazılmış kurallar altında olmayıp da her eline kalem alan kimsenin keyfine uyar ve tabii halinden çıkarsa, o millet arasında karşılıklı iş vasıtası bozulmuş demek olur.

Bugün resmen ilan olunan fermanlar ve emir-nameler halk önünde okutulduktan onlardan bir fayda sağlanabiliyor mu? Ya bu yalnız yazıda alışkanlığı olanlara mı mahsustur, yoksa okumamış halk tabakası, devletin emrini anlamak için midir? Vah bize! Yazık bize! Bu hale göre bizim millette tabii hal üzere ne şiir ve ne de nesir var demek olur.

Hayır, bizim tabii olan şiir ve nesrimiz taşra halkıyla İstanbul ahalisinin okumamış kısmı arasında hala durmaktadır. Bizim şiirimiz, hani şairlerin vezinsiz diye beğenmedikleri halk şarkıları ve taşrada çöğür (saz) şairleri arasında deyiş, üçleme ve kaya başı denen nazımlardır. Ve bizim tabii nesrimiz, Kaamus çevirmeninin (Mütercim Asım Efendi’nin) ve sonradan Muhbir gazetesinin kullandığı yazı şivesidir.

Gerçi, bu nazım ve bu yazı istenen derecede sanatlı ve gösterişli değilse de Osmanlı halkı ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları halde kalmışlar, gelişememişlerdir. Hele bir kere rağbet o yöne dönsün, az vakit içinde ne şairler, ne yazarlar yetişir ki, akıllara şaşkınlık verir.

Bildiri

Ne düşünüyorsun?

Bir yanıt yazın

Le Pays Gazetesi

Erdem Bayazıt – Veda