Menü
içinde

İLK AYRILIK ACISI

İlk Ayrılık Acısı

Daha sekiz ya da on yaşlarında olmalıyım. Birkaç yüz insanın yaşadığı köyümüzde sakin, sıradan ama zorlu hayatımızı devam ettirdiğimiz bir yaz günü, babam elimden tuttu ve hiç bilmediğim o yolculuğumuz başladı. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra komşu köye ulaştık. Köyümüzden ilk çıkışımdı. İlk kez kendi köyümden daha büyük olan ve içinden ırmakların aktığı bir köy görmüştüm. Irmağın üzerindeki kocaman bir köprüden geçip (kocaman değildi de bana öyle gelmişti) İlk defa göreceğim tren istasyonuna gelmiştik.

Uzunca bir süre büyük ve iki katlı bir binanın altında karevari bir odada beklerken nihayet bize bakan kısıma küçük bir pencere açıldı, pencereden yüzünü göremediğim biri seslendi :

– Bilet alacaklar!.. diye. Tok ve emredici bir sesle ! Babam ve onunla birlikte iki ya da üç kişi o pencereden bilet aldı. Biraz sonra – şimdilerde unutulan anıları türkülerde kalan – puf puf sesleriyle gelen kara treni ilk kez gördüm. Üst ön kısmında  kocaman bir bacadan simsiyah dumanlar çıkararak tren önümüze kadar geldi, durdu.

Bizim tren yolundan uzak durmamızı ikaz eden yine ilk kez gördüğüm süslü şapkalı – yetkili olduğunu anladığım biri – elinde tuttuğu kırmızı yeşil renkli bir levhayla treni karşıladı. Duran trenden birtakım insanlar koca koca balyalar indirip onları sırtlarına alıp uzaklaştılar.

İlk kez tren görmenin heyecanı sarmıştı beni. Ama yine hemen binemedik. Tren bir hareketlendi birkaç yüz metre kadar ileriye doğru gitti ve tekrar durdu, orada birileri trenin üzerine çıktı ağzında torba geçirilmiş olan kocaman bir boruyu trenin üzerine doğru getirip bir vanayı açtılar trenin anlamadığım bir yerine su doldurdular. Babama sormuştum ne yapıyorlar diye, babam tren su alıyor demişti. Su almak ne demekti, tren niye su alıyordu? anlayamamıştım. Su alma işi bitti sonra Tren bizim beklediğimiz yere doğru geri geri tekrar geldi.

Tüm bunlar olurken birtakım insanlarda tren camlarından bizi ve etrafta olup bitenleri izlemektelerdi. O insanlar trenin içindelerdi ama ben trenin içini merak ederken onlarda herhalde bu istasyonu, bu beldeyi ilk kez gördükleri için camlardan dışarısını seyredurmuşlardı. Nihayet trene bizde bindik. Şimdilerde herkesin bildiği ama benim ilk kez gördüğüm boş bulduğumuz bir kompartımana oturduk.

Trenle ilk kez kısa bir yolculuktan sonra etrafı seyrederek kente gelmiştim. Benim için her şey bir ilkti, ilk defa küçük şirin köyümden çıkmış ilk kez anamdan ayrılmıştım! Ama olsun nasılsa yanımda babam vardı ya gezip gördüklerimi, buraları görmeyenlere, trene binmeyenlere ballandıra ballandıra anlatacaktım.

Benim gözlerim fal taşı gibi açılmış, ağzım açık ilk kez gördüğümden olsa gerek gözüm bir yere takılıp kalırken yüzlerce şeyi de atlıyor, göremiyordum ama dert de etmiyordum. Koca bir kente gelmiştik ve ben bu kadar insanı ilk kez bir arada görüyordum ve çok mutluydum. Köyümüze döndüğümde akranlarıma nasıl da hava atacaktım. Küçük köyümüzden kimseciklerin görmediklerini ben görüyordum. Trene bindiğim istasyona göre kentin kocaman devasa istasyonuna gelmiştik. Trenden indik.

Babam ne zaman aldı hatırlamıyorum, şimdilerde halka tatlı dediğimiz bir tatlı almıştı. Şimdi halen her tatlıcıda o halka tatlıyı arıyorum neredeyse her tatlıcıdan halka tatlı alıyorum o tatlıyı bulabilmek ümidiyle ama halen ya o tatlıcıyı ya da o tatlıyı bulamıyorum, bulamadım ama, ben halen aramaya devam ediyorum, buluncaya kadarda aramaya devam edeceğim !

Bir elim babamda öteki elimde tatlı, yiyerek babamın peşinden koşturuyorum. Artık kendimi kalabalıkta, ilk kez gördüğüm mağazalarda, sık sık geçen kamyonet ve kamyonlarda – o zamanlar kentimizde de taksi yoktu yada ben görememiştim – kocaman kocaman binalarda kaybetmiştim. Ne kadar yürüdük ne kadar yol gittik, nereye gittik hatırlamıyorum.

Bir binada üç mü beş mi heyecanımdan hatırlayamadığım kişilerle ne kadar oturduk ne konuştuk  bunu da hatırlayamıyorum. Ama sonunda bu sefer benim elim dayımın elinde ! Babam yanımızda tekrar çıktık dışarı… Benim gözüm ne dayımı ne de babamı görüyor! ben sürekli büyük bir hayret ve merak içinde etrafı seyretmekteyim.

Nereye gidiyoruz umurumda değil! Ben çevremden, etrafımda, gördüklerimi ilk kez görmenin çocukça merakı içinde izlemekteyken ne oldu nasıl oldu bilmiyorum. Babam beni kucakladı, sarıldı öptü sonra dayımla sarıldı Allah’a ısmarladık deyip çekip gitti !

Aman Allah’ım!..

O anı hiç, hiç unutmadım… Halen, bugün bile unutamadığım bir andı o an ! Babamın arkasından bakakalmıştım. Babam beni bırakmış gidiyordu. Uzun uzun arkasından baktım kalabalığa karışmıştı sadece sırtını görebiliyordum. Nasıl olurdu böyle bir şey ? Babam bana sırtını dönmüş gidiyordu! Gözden, kalabalıklar arasında kayboluncaya kadar arkasından bakakaldım. Ne kadar baktım bilemiyorum ama sanki saatlerce baktım gibi geldi bana babamın o gidişi !

Hani “nutkum tutuldu” derler ya… öyle oldu. Sanki, boğazıma bir şey oturdu, taş olmalıydı! Sanki, bir taş gelmiş nefes boruma takılmıştı, nefesim kesildi. nefes alamıyordum! sonra ta içerlerden bir yerim alev alev yandı… Yanan vücudumun neresiydi anlayamadım, kalbim mi durdu acaba ? Bilemiyorum. Vücudumda kızgın bir şeyin bir nehir gibi çağlayarak aktığını hissettim. O kızgın akan şey neydi anlayamamıştım… O akan şeyin vücudumdan gözlerime doğru hücum ettiğini hissettim! Gözlerime geldi orada kaldı! Gözlerimden bir damla olarak dışarı çıktı ama akmadı.., Sanki dışarı çıkar çıkmaz o kızgın şey neyse göz kapaklarımda soğudu soğudu ve dondu kaldı!..

Ta ki dayım kolumdan tutup “Ne bekliyorsun, gel hadi!” diye kolumdan çekiştirinceye kadar.

Henüz güneş doğalı birkaç saat kadar olmuş. Güzel bir bahar sabahı. Her taraf yeşile durmuş. Kıştan kalan bahar sıcağına kafa tutan kar, ancak bazı kaya diplerinin güneş görmeyen gölge taraflarında kalabilmiş, onlarda bahara daha fazla kafa tutamamış, başlamış erimeye… Ufak ufak bulduğu çukurlardan yol bulup akıyordu.

Tarlalarda ekinler ancak on, on beş santim boy atmış, neredeyse bin bir çeşit bitkilerle aynı boylarda ekinler, daha sararmasına ve bereketli hasat mevsiminin gelmesine aylar var, esen meltemle deniz dalgaları gibi bir sağa bir sola dalgalanıp durmakta.

Ortalık sanki yeşilliklerden  yıkılıyor! Toprak ana yeşile doymuş. Her renkten sarı, kırmızı, mavi, pembe renkler… Renklerin her tonunda çiçekler özene bezene dokunmuş gibi yeşillikler arasında gökteki bulutlar gibi rüzgarın etkisiyle bir o yana bir bu yana dalgalanıp duruyor. Sabahın seher yeli, otlardan çiçeklerden aldığı hoş rayihayı her tarafa yayıyor. Öyle ki gelen hoş kokulardan cana can katarken kan akışını hızlandırıp insanın başını döndürüyor.

Bu güzel bahar sabahında bir delikanlı, boz bir merkep sırtında yanındakilere hem anlatıyor hem de yeşilliklerden nasibini almaya çalışan merkebini dürtüklüyor!

Ne zorluklar çektiğini, ne yokluklarla yaşamaya çalıştığını – ne yiyip ne içtiğine kadar – tek tek anlatıyor! Delikanlı anlatırken atladığı yerleri yanındaki genç hanım soruyla daha da deşiyor!.. Nerede yatıp kalkıyor, kimlerle arkadaşlık ediyor, ne yiyip ne içiyor, sorular, sorular…

Delikanlı kimlerle birlikte kaldığına kadar yana yakıla anlatıyor. “Keşke” diyor “anam hayatta olsaydı!.. Bu kadar sefalet çekmezdim. Hiç değilse yağım, yoğurdum, peynirim bol bol gelirdi” diyor. Bir müddet konu anne hasretine dönüyor ama kısaca anneyi yâd edip tekrar asıl konusuna dönüyor.

Dört arkadaşıyla birlikte kaldığını, zaman, zaman babasının bulgur, yağ, peynir, yumurta, yoğurt getirdiğini bunlarla yaşamaya çalıştığını ama bunların hiçbir zaman yetmediğini çevrelerindeki hayır sahibi insanların kendilerine destek olduklarını ama büyük kardeşinin hanımının cimri davranıp evden çıkan yağ, yoğurt, yumurta ve bulguru az gönderdiğini şikayetci bir dille anlatıyor.

Delikanlı arada bir “ben ineyim de birazda sen bin merkebe” diyor yanındaki kadına. Yok diyor yanındaki genç kadın. Sen bin diye ısrar ediyor kadın. Bu ısrarlar hiç bitmeden tekrarlayıp duruyor. En sonunda delikanlı daha fala dayanamayıp atlıyor merkebin sırtından genç kadını bindirmek için. Ama kadın şart koşuyor biraz bineyim sonra tekrar sen bineceksin pazarlığı ile delikanlıdan söz aldıktan sonra merkebe biniyor.

O zaman bildiğim şeyi tekrar hatırlıyorum! Delikanlının bir ayağı topal! Aksak aksak yürümeye çalışıyor. Bu sefer merkebin arkasından yetişmekte zorlanıyor. Kadın merkebi yavaşlatıyor. Bunu fırsat bilen merkep kafasını otlara, tap taze otlara daldırıp karnını doyurmak istiyor.Aslında merkep daha akşamdan karnı doyurulmuş yola hazırlanılmış ama çayır otları o kadar taze ki dayanamıyor herhalde sokuyor kafasını otlara.

Vuruyor arkasından topal adam merkebe! Merkep hızlanınca kendi yetişemiyor arkasından… Bu mücadele bir zaman devam ediyor. “Olmayacak bu böyle deyip” kadın tekrar iniyor, topal delikanlıyı bindiriyor. Bu in binler gidilecek yere kadar belki on, belki on beş defa tekrarlanarak menzile vasıl oluncaya kadar devam edip gidiyor!

Adam kadına abla diyor. “Şayet köyde dursam bu topal ayağımla ben nasıl çift çubuk sürebilirim, “nasıl tarlaya gidip tırpan biçerim, nasıl sap toplayıp harman yapabilirim. Babam akıllılık etti de benim için en iyisini yaptı. Kente götürdü beni bir hocaya teslim etti orada üç arkadaşım daha var dört kişi birlikte hafızlığa çalışıyorum, kuranı ezberleyip hafız olup bir camide hiç değilse hocalık yaparım, yoksa ben topal ayağımla hangi işte çalışabilirim. Bu ayağımla ben ne devlet işinde çalışabilirim ne de köyde bir iş yapabilirim. ben ancak hafız olursam imamlık yaparım” diyor.

“İmamlık yapmasına yaparım da gelin bacım çok laf söz ediyormuş babama” diyor, çalışıp kazanmadan bizim çalışıp kazandığımız, çoluğumuzun,  çocuğumuzun rızkını ona götürüyorsun diye babamı rahat bırakmıyormuş. Harman zamanı oda gelsin işin bir ucundan tutsun diye laf ediyormuş. “Getirdiği biraz bulgur, biraz tereyağı, arada bir, bir miktar yumurta, bir bakraç yoğurt getiriyor.  O tatsızlık çıkarmasa bu kadarcık gelen yiyeceklere de razıyım. İsterse onları da göndermesin benim okuyup hafız olmaktan başka çarem yoktur” diyor.

Uzun bir süre büyük abisinin hanımını çekiştiriyorlar yol boyu abla kardeş! Birlikte merkebe binme nöbetini değişerek böyle yola devam edip gidiyorlar.

Bu sene kış mevsimi benim için oldukça neşeli geçti. Bol bir kar yağmıştı o kış. Öyle ki komşu evlere gidebilmek için büyükler tüneller açmışlardı! O tünellerden başımızı uzatıp da karın üzerini göremiyorduk. Bu bizim için bir eğlence kaynağı olmuştu. Eğlence kaynağı olmuştu diyorum ama bakmayın siz eğlencemize. Ancak aynı yaş emsallerimiz ile o tünellerde kovalamaca ve saklambaçlar, kar topu savaşlarıyla, daha onlarca yaramazlıklarla bir kış geçirmiş ve bahara çıkmıştık çıkmasına ama bizim için neşeli geçen o kış, analar babalar ve büyükler için bir o kadar çileli olmuştu!

Kış uzun sürmüş, kar bir türlü kalkmak bilmemiş, hayvanların samanı, arpası, kepeği bitmiş herkes hayvanlarını nasıl yaza çıkaracaklarının derdine düşmüştü. O zamanlar herkes komşusundan imdat beklemiş, kimin samanı varsa, arpası varsa kepeği varsa fazlasını ödünç olarak yazın almak üzere komşusunun yardımına koşmuştu.

Başka bir alternatif zaten yoktu. Köyde at ve öküz arabasından başka vasıta zaten bilinmezdi. At ve öküz arabasıyla da o karda değil şehre gitmek, en yakındaki köye bile gidilemediği gibi yandaki komşunun evine de at yada öküz arabasının işlemesinin imkanı zaten yoktu! Komşulardan temin edilen hayvan yemlerini de ancak insanlar sırtlarında taşıyarak hayvanlara yetiştirir hayvanlarını yaza sağ salim çıkarmanın derdine düşerlerdi.

Zaten kış olmasa da pek motorlu araç bilmezdik. Sadece köyün varlıklı bir ailesinde bir traktör, birde yazları civar köylerle birlikte bizim köyden şehre yolcu ve yolcuyla birlikte yük de taşıyan Amerikan hurdası bir otobüsten başka motorlu araç tanımazdık. Tabi yazları meyve satmaya gelen önüne demir bir kol takılarak kolu çevirmek suretiyle çalıştırılan kamyonlar görürdük birde…

Bizim için güzel, büyükler için çetin geçen kıştan sonra nihayet bahar başlamıştı.Toprak canlanmış, her taraf yeşermiş, hayvanlar yaylıma başlamış, insanlarda baharla birlikte cana gelmişlerdi sanki. Herkesi tatlı bir heyecanın sardığı günler başlamıştı.

Böyle güzel bir bahar günü, boz bir merkep sırtında henüz 16-17 yaşlarında bir delikanlı bizim evimizin önünde merkepten indi. Onu gören annem avludan koşarak karşılamaya çıktı. Annemle delikanlı sarıldılar bir daha sarıldılar, öpüştüler ayaküstü hal hatır ettiler.

Olup bitenleri uzaktan seyreden beni ne kadar sonra annem koş gel buraya diye seslendi. Koştum yanlarına. Bu senin dayın dedi; Öp elini. Öptüm dayımın elini ama tanımıyordum ben dayımı ve ilk kez görüyordum bu yüzden olsa gerek ki elini öpüp hemen oracıktan uzaklaşmıştım.

Dayım bizde iki gün kaldı üçüncü günün sabahı erken saatlerinde beni de tatlı uykumdan uyandırarak yine geldiği boz merkebiyle yanına annemle beni de alarak yola revan olduk

O zamanlar bir köyden başka bir köye at, merkep, katır veya öküz arabasıyla gidilebilirdi ancak. Şimdiki gibi adım başı otomobil değil aylarca vasıta görmediğimiz olurdu. Bazen köyümüze sebze satmak için kamyon gelirdi.

O kamyonların köyümüze gelişi… Hele birde güneş battıktan sonra gelirse bizim için büyük bir olay olur, işi festivale çevirirdik. Daha kamyon kilometrelerce uzaktan rampalardan inip çıktıkça köyümüzün yamaçlarına vuran far ışıklarının şavkımasından bir kamyonun geldiğini anlar, hemen yeni yetmeler olarak köyün girişine doğru kamyonu karşılamaya koşardık. Kamyon gözükmezdi ama far ışığından ne kadar yaklaştığını kestirmeye çalışır, sonra da gözlerimizi bir tavşan gibi kamyon farlarına bakılı bulurken kamyon bizi toz bulutlarının içinde bırakarak köye doğru hızla ilerlerdi! Bizde arkasından toza toprağa bulandığımıza bakmadan toz bulutları arasında kamyona yetişmeye çalışırdık…

O yüzden dayım da köylerinden merkeple gelmiş ve yine bizi de yanına alarak o malum yolculuğa başlamıştık!..

Hiç bitmeyen o malum yolculuğa …

Yorum Bırakın

Exit mobile version